17 Ağustos 1999’da saat 03.02’de, merkez üssü Kocaeli Gölcük olan 7,4 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Yaklaşık 45 saniye süren bu büyük felaket, Marmara Bölgesi’nin kalbinde on binlerce hayatı altüst etti. Resmî rakamlara göre 17 binden fazla insan yaşamını yitirdi, on binlercesi yaralandı, yüz binlerce kişi evsiz kaldı. Ne yazık ki...
O gece saatler üçü biraz geçmişti… Uykunun en derininde, karanlığın en koyusunda yer sarsıldı. Bir anda yatak odaları, mutfaklar, koridorlar darmadağın oldu; evler mezar, sokaklar ağıt yerine döndü. Bir annenin elini arayan, bir çocuğun karanlıkta “anne” diye fısıldadığı o 45 saniye, bir ömür gibi kazındı hafızalara.
17 Ağustos, sadece taşları, duvarları yapıları yıkmadı. Hayallerimizi, umutlarımızı da altüst etti. Sabah olduğunda geriye beton yığınlarının arasında kaybolmuş canlar ve göğe yükselen sessiz bir çığlık kaldı. O sessizlik, hâlâ kulaklarımızda çınlayan en büyük feryat gibi...
Ama aynı günün sabahında bir başka şey de oldu: İnsan insanın yarasına merhem oldu. Tanımadık eller birbirine uzandı, gözyaşları ortak oldu, ekmekler bölüşüldü. Karanlığın içinden doğan tek ve en parlak ışık, işte bu dayanışmaydı.
Ve işte asıl yüzleşmemiz gereken gerçek şu: 17 Ağustos’tan bu yana çeyrek asır geçti ama biz hâlâ aynı soruları sormak zorunda kalıyoruz. Neden hâlâ yönetmeliğe aykırı binalar yükseliyor? Neden denetimler kâğıt üzerinde kalıyor? Neden deprem bilinci çocuklarımıza erken yaşta öğretilmiyor?
Oysa deprem kader değil; ihmalin, unutkanlığın ve vurdumduymazlığın gölgesinde büyüyen bir felakettir. Doğru şehir planlamasıyla, sıkı denetimle, sağlam binalarla, bilinçli bir toplumla kayıpları azaltmak mümkündür. Yapmadığımız her şey, aslında yitirdiklerimize karşı ödenmemiş bir borçtur.
Mukadder ben; 17 Ağustos’ta hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet dileyen. Ülkemizde ve dünyada bir daha böyle acılar yaşanmasın duasında bulunan...

Sevgilerimle...