Türkiye, son yıllarda güvenlik, hukuk ve kamu düzeni alanında köklü bir sınamadan geçiyor. Terörle mücadeleden organize suçlara, illegal yapılardan devletin içine sızma girişimlerine kadar uzanan bu geniş cephede hükümetin ortaya koyduğu temel yaklaşım nettir: Devlet zaaf göstermez, hukuk da kimseye ayrıcalık tanımaz. Mehmet Akif Ersoy ve arkadaşlarına yönelik yürütülen adli süreç de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Öncelikle altı çizilmesi gereken husus şudur: Bu operasyonlar bir “meslek” ya da “kimlik” üzerinden değil, iddia ve deliller üzerinden yürütülmektedir. Gazeteci olmak, tanınmış bir isim olmak ya da kamuoyunda bilinirliğe sahip bulunmak; yargı süreçlerinden muafiyet sağlamaz. Aksine, kamuoyunu etkileyen konumlarda bulunan kişilerle ilgili iddiaların daha titiz şekilde ele alınması, devletin sorumluluğudur.
Savcılık makamlarının dosyaya yansıttığı bilgilerde; süreklilik arz eden temaslar, örgütsel bağ iddiaları, maddi ilişkiler ve iletişim kayıtları öne çıkmaktadır. Bu unsurların tamamı, Türk Ceza Hukuku’nda “kuvvetli suç şüphesi” kapsamında değerlendirilir. Mahkemelerin verdiği tutuklama kararları ise bir cezalandırma değil, yargılamanın selameti için başvurulan geçici bir tedbirdir. Delil karartma, tanıklar üzerinde baskı kurulması ya da kaçma ihtimali gibi riskler, her hukuk devletinde dikkate alınan kriterlerdir.
Hükümete yönelik eleştirilerin merkezinde sıkça “siyasi operasyon” söylemi yer alıyor. Ancak bu iddia, çoğu zaman dosyanın içeriğine bakılmadan, refleksif bir tutumla dile getiriliyor. Hükümet cephesi ise uzun süredir aynı noktayı vurguluyor: Yargı bağımsızdır ve kararlarını talimatla değil, delillerle verir. Türkiye’nin geçmişte yaşadığı acı tecrübeler, devletin güvenlik ve hukuk alanında gevşek davranmasının nelere mal olabileceğini açıkça göstermiştir.
Bugün devletin kararlı duruşu, geçmişteki hatalardan çıkarılan derslerin bir sonucudur. Vesayet odaklarına, illegal yapılara ve kamu düzenini tehdit eden her türlü girişime karşı “gecikmiş müdahalelerin” bedeli ağır olmuştur. Bu nedenle hükümet, “sonra müdahale” anlayışı yerine önleyici ve kararlı hukuk uygulamalarını esas almaktadır.
Elbette bu süreçlerde en önemli beklenti, yargılamaların makul sürede tamamlanması ve kamuoyunun doğru şekilde bilgilendirilmesidir. Suç sabit görülürse hukuk gereğini yapar; aksi durumda masumiyet ilkesi korunur. Hükümetin savunduğu denge tam da buradadır: Güçlü devlet, adil hukuk. Ne hukuk güvenlik adına askıya alınır ne de güvenlik, hukuki boşluklara kurban edilir.
Sonuç olarak, Mehmet Akif Ersoy ve arkadaşları üzerinden yürüyen tartışmayı kişiler üzerinden değil, devletin hukuk ve güvenlik perspektifi üzerinden okumak gerekir. Türkiye, kimliğe göre adalet dağıtan bir ülke değildir. Devletin kararlılığı ile hukukun üstünlüğü bir arada yürüdüğü sürece, toplumun huzuru da güveni de kalıcı olacaktır.